Kartal Belediyesi’nin Kızılay tarafından işletilen Kartal Yakacık Huzurevi’nde röportaj yaptığım Kayhaoğlu ile sabah 10.00’dan yaklaşık 15.00’e kadar sohbet etme fırsatım oldu. Daha önce de yaşlılarla çok sayıda röportaj yaptım, yazı dizisi hazırladım. Ancak en uzun süre ve farklı şeyler konuşabildiğim Kahyaoğlu oldu. Tek güçlüğü kulaklarının ağır işitmesiydi. Sol kulağındaki işitme cihazı yardımıyla anlaştık. Bastonuna dayanarak hem odasının hem de huzurevinin koridorlarında tek başına yürüyebiliyor. Yemeklerini odasında değil, arkadaşlarıyla yemek salonunda yemeği tercih ediyor. Huzurevinin içinde ve dışarıdaki tüm sosyal faaliyetlerine katılıyor.
Bostancı’daki evi kentsel dönüşüme girdikten sonra buraya yerleşen Kahyaoğlu, Prens Adaları’na bakan odasını, evinden getirilen eşyalar ve fotoğraflarla yuvaya çevirmişti.
Her yer krapondan yaptığı rengarenk, çeşit çeşit çiçekle dolu. Kesiyor, yapıştırıyor, yapraklarına tel geçiriyor, her aşamasında ince ince çalışıyor. Elleri titremeden dallarını, yapraklarını, tohumlarını birleştirirken bir kez daha hayranlık duyuyorum. Vazoları da yoğurt kapları ve meşrubat şişelerini yine krapon kağıtları, deniz kapukları ve boncuklardan yapmış. Gittiğim gün tombala oyunu oynayacaklardı. Her hafta olduğu gibi kazanan arkadaşına verilecek çiçeği Kahyaoğlu yapmış, bekliyordu.
Komedinin üzerinde kendi eseri hayvan figürleri de var. Duvarda el işi kağıtlarıyla, farklı bir teknikle yaptığı tablolar yan yana dizili. Başka bir köşede namazgahı. Beş vakit namaz kılmaya hayatı boyunca hiç ara vermemiş.
Önce mühendis olmak istemiş
Kahyaoğlu önce ailesinin hikayesini şaşırtıcı detaylarla anlattı. Babasının işleri nedeniyle yaşamının ilk yılları Poyraz Köyü, Anadolu Kavağı, İnebolu Güde Köyü, İstanbul, Gebze, İzmit, Gölcük’te geçmiş.
1933’de Haydarpaşa Lisesi’ne yatılı olarak başlamış. Lisede fen bölümünde okuyan Kahyaoğlu’nun aslında hevesi ve gayesi mühendis olmakmış: “Mühendislik için fazla müracaat olunca imtihana tabi tuttular. Ancak sınav günü hastalandım, ateşim 41 dereceye çıkınca imtihana gidemedim. Kısmet değilmiş. Sınava tekrar girmek için bir sene beklemek zor geldi. ‘Tıbbiyeye yazılayım’ dedim. 1936-37 döneminde İstanbul Tıp Fakültesi’ne kayıt yaptırdım. Fakülte o zaman Zeynep Hanım Konağı’ndaydı (daha sonra yanmış yerine Fen ve Edebiyat Fakülteleri yapılmıştı). Burası Patrona Halil Hamamı’nın karşısında büyük bir ahşap binaydı. Devlet yurtlar açtı. Elbiseleri, yiyeceğini her şeyini verdi. Yalnız bir şey aldı: Dört sene istediği yerde vazife. ‘Mezun oldun, gel seni şuraya gönderiyorum’ deniyordu.”
İkinci Dünya Savaşı’na Türkiye girmedi. Ancak savaşın etkisi burada hissedildi. Hitler’in orduları Balkanlarda yürümeye başlayınca İstanbul’u da bir telaşın aldığını anlatan Kahyaoğlu, “1941 senesiydi. İstanbul boşalmaya başladı. Karartmalar yapıldı. Işık sızdırmayacak siyah perdeler taktık. Okullar, üniversite tatil oldu. Sonra Hitler Balkanlardan Sibirya’ya saptı.” dedi.
Aşk şair yaptı
Okul tatil olunca Gölcük’teki babasının yanına gitti. Tıp fakültesi dördüncü sınıf öğrencisiyken yaşamının 65 yılını birlikte, aşkla geçireceği Neriman ile karşılaştı. Neriman’ın bahriyeli binbaşı babası Gölcük’teki torpido fabrikasının müdürüydü. Neriman İstanbul’da lise öğrencisiydi. O da ailesinin yanına dönmüştü.
Neriman’ı uzaktan takibe alan Kahyaoğlu, çoktan aşık olmuş bile. Ama Neriman’ın henüz haberi yoktu: “Baktım Neriman saçlarına pembe gül takmış. Kalemi aldık, defteri, dersleri ittik. Başladık yazmaya: Saçlarında pembe bir gülü var, Acaba sevdiğimin nesi var, Herkes bulamaz böyle bir yar, Düşünme gülüm, sevdiğim var. Saçlarının arasındaki gül, Kahkahayla durmadan güler, Seni ne kadar çok seviyorum, Ey sarışın, gonca gül…”
Büyük aşkına kavuştu
Bunu başka aşk şiirleri takip etmiş. Okullar açılıp, İstanbul’a döndüklerinde Kahyaoğlu’nun arkadaşları Neriman’ın eline yazdığı şiirlerini tutuşturmuş. Neriman’ın bir arkadaşının yardımıyla da ilk kez buluşmuşlar.
Ben aktarırken hayli özetlesem de Kahyaoğlu, inanılmaz detaylı anlatıyor tüm bunları.
Mezun olunca da 5 Mayıs 1944’de nişanlanmışlar. Fakülte bitince sıra askerliğe gelmiş. Kurada askerlik için Sarıkamış’ı çekmiş, nişandan 3 gün sonra da görev yerine gitmiş. Bir yıl izinsiz görev yapmış.
İlk izinde ne yapıp edip düğünlerini yaptırmış. Eşini alarak görev yerine geri dönmüş. Üç yıllık asker hekim olarak pek çok farklı anı biriktiren Kahyaoğlu, “Askerlik bitince, 1946 Haziran’da, üst teğmen rütbesiyle terhis oldum. O sırada 30 yaşından sonra ihtisas yapılamaz diye bir kural vardı. Beykoz belediye hekimi olarak tayinim çıktı, uzmanlık yapamadım. Tam hazırlandık Beykoz’a gireceğiz başka bir doktor tayin olmuş. Arkasından Fatih’e tayinim çıktı. Evvela kazada vazifeye başladık. Sonra oradan Şehremini nahiyesine verdiler. Üç sene orada doktor olarak çalıştık. Hastaya da cenazeye de bakıyor, esnafı da teftiş ediyorduk. Sonra tekrar çağırdılar. ‘Seni Samatya’ya vereceğiz’ dediler. Orada da yedi sene kaldım. Yedi sene sonra Zeytinburnu kaza oldu. Oraya belediye başhekim olarak tayin edildim.”
‘Doktorluğu severek yaptım’
Arkasında başka ilçelere tayinleri çıktı. Plaj doktorduğu da yaptı, Adana’da aldığı ilgili eğitimden sonra sivrisinek mücadelesine de katıldı: “Doktorluğu severek yaptım. Severek yapmazsam muvaffak olamazsın.”
Kamudan 1976’da emekli olan Kahyaoğlu, hekimliği bırakmadı. 2000’e kadar işyeri hekimliği yaptı.
Kahyaoğlu’nun iki çocuğu da yaşlı. Oğlu 77, kızı ise 74 yaşında. Bu kadar uzun yaşamasının sırrı yok: “Hiçbir zaman sigara ve içki içmedim. Aslında çok hastalık geçirdim. 30 sene Parkinson ilaçları kullandım. Sonra hastaneye yattım ve bir rapor verdiler. Parkinsonu geçirmişim, hiçbir şeyim kalmadı. Hayatı bir şerit halinde düşününce, neler gördük, neler geçirdik. Akla hayale gelmeyecek şeyler.”
‘Aşk dolu gönül sana doyamadı’
Evlilik hayatı boyunca eşini çok seven Kahyaoğlu, onu 5 Kasım 2010’da kaybetmiş. Eşinin kalp kapakları iflas etmiş. Buna bağlı geçirdiği felç nedeniyle iki hafta yoğun bakımda kaldıktan sonra vefat etmiş. Bir ay sonra da Neriman’a son şiirini yazmış. Duvarında kendi yaptığı çerçeve içindeki şiirinde Kahyaoğlu, şöyle demiş:
“Ne oldu o güzel sarı saçlarına, Ne oldu o aşk dolu bakışlarına, Ne olursun bir kere aç gözlerini, Dünyalarını vermiş olursun bana. O gözler bir daha açılmadı, Yuvamızın neşesi saçılmadı, Neriş bizleri öksüz bıraktın gittin, Aşk dolu gönül sana doyamadı…”
Yanından ayrılırken bana “Güle Güle Mesude Hanım” dedi. Röportaj sırasında adımı sormuştu. Son dakikada bir kez daha anladım ki yakın hafızası da çok iyi…